21. Yüzyılda Nietzsche ve Dostoyevski Okumak – Ziya Meral

Nietzsche’ye olan ihtiyacımız
Kendisinin de farkında olduğu gibi Nietzsche gerçekten çağının ötesinde bir düşünürdü ve öngördüğü sorunların ve sorduğu soruların hepsi zamansız bir niteliğe sahipti.

Niezsche bir düşünürün üstlenebileceği en zor ama en gerekli görevi başarıyla yerine getirmişti. Yaşadığımız konumu bize geri yansıtmış ve hiç düşünmeden devam ettiğimiz koşuşturmacaya karşı koymuştu.
Gündelik düşüncelerimizin tutarsızlığı, gerçek fikrinin ve ahlakın güç sahipleri tarafından çıkarları ve biz sıradan insanların kontrolü için kolayca kullanılabildiği, çoğumuzun zihinsel bir tembellikte yaşadığı ve cesaretle büyük soruların üzerine gitmediği gerçeği, Nietzsche’nin cesaretle dikkatimizi çekmeye çalıştığı ve hâlâ geçerli ama hâlâ popüler olmayan gerçeklerdir. Onun gösterdiği iki şeyi hiçbir zaman unutmamalıyız: hermeneutik kuşkuculuk ve düşünsel sınırlarımız.
Nietzsche bir Deccal rolünden çok, bizlere hatalarımızı gösteren ve doğru yolda ilerlememiz gerektiğini hatırlatan bir uyarı rolünü oynamaktadır. Getirdiği eleştiriler, sahip olduklarımızın üzerindeki parazitleri bize göstermekte ve onlardan kurtulmamız gerektiğini öğretmektedir.
Ecce Homo’da “En adanmış Hristiyanlar bana her zaman sıcak bakmışlardır” derken ilginç bir paradoksa dikkat çekmektedir. Nietzsche’nin en büyük eleştiri hedefi olan Tanrı ve İsa’ya derinden inananlar, yani Hristiyanlar, Nietzsche’nin kiliseye, Tanrı’ya olan inancın güç için kullanımına, dinin statükosuna getirdiği tüm eleştirileri haklı bulmakta ve Nietzsche’nin eleştirilerine kulak vermektedir. Böylelikle Nietzsche, Hristiyan inancı ve bütün öteki dinler için önemli ve pozitif bir rol oynamaktadır.
Ancak hiçbirimiz Nietzsche’den öğrenmemiz gerekenleri reddemeyeceğimiz gibi, aynı zamanda Nietzsche’nin yarım bıraktığı veya tüm çıplaklıklarıyla öne sürdüğü fikirlerin tehlikeli sonuçlarını ve bunların uygulanmasının 20. yüzyıldaki korkutucu sonuçlarını da reddemeyecektir. Tzvetan Todorov’un Umut ve Anı adlı kitabında dediği gibi “20. yüzyıl bitmiş olabilir, ama hatırası bizi ürkütmeyi bırakmadı.”
Geçen yüzyılda otoriter, faşişt ve yıkıcı her rejimin şablonunda Nietzche’nin izleri gözükmektedir. Bu durum kendini doğrudan doğruya Nietzsche hayranı olan Hitler’in kendisini iyi ve kötünün üstüne çıkan üstün-insan olarak görmesi veya Nazi askerlerinin çantalarında Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü taşımalarında belli ederken, çağın siyasi kültürünü sessiz bir şekilde derinden etkilemiştir. Hepsinin sonu, güç sahibi elit bir grubun sürü olarak gördükleri insanları kolaylıkla ortadan kaldırması ve bu süreç içerisinde yaptıklarını, hiçbir ahlaki zorluk çekmeden kendilerine ve takipçilerine meşru göstermeleri olmuştur.
İşin ilginç yanı modernitenin kahramanları Nietzsche’de kendilerini bulup, üstün-insan kavramını üstlenip iyinin ve kötünün ötesine cesaretle ve güçle geçmişken, onların getirdiği estetiksiz yıkıma ve naif kendinden eminliğe karşı duran postmodern çelişkiler de Nietzsche’nin kuşku temelli hermeneutik yaklaşımlarının ve gerçek kavramlarının arkasında yatan derin güç amaçlarını kendi düşüncelerinin başlangıcı olarak göstermektedir.
Böylelikle Nietzsche, modernitenin sınır tanımayan yıkıcı güç ve ilerlemesine kaynak olabildiği gibi, aynı zamanda postmodernitenin sonsuz batışlarına ve kendisini insan düşüncesinin ulaştığı en yüksek nokta olarak gören ancak düşünce tarihinin başlangıcından beri var olan nihilistik eğilimlere de referans noktası hâlini almaktadır. Ve böylece Nietzsche hiç kabul etmeyeceği, mücadele etmeyi ve yeniden cesurca ileriye gidebilmeyi, cesurca düşünmeyi reddeden felsefeler tarafından tehlikeli ve yıkıcı sonuçlar için kullanılmaktadır.

Dostoyevski’ye olan ihtiyacımız
New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin uçak saldırıları ile yıkıldığı gün birçoğumuz yepyeni bir konuma geçtiğimizi ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını haklı bir şekilde sezmiştik. Ancak Bush yönetiminin korku, öfke ve hınç dürtüleriyle bizi sürüklediği yer, 20. yüzyılın o çok iyi bildiğimiz paradigmasıydı.
Bize sunulan senaryo içinde sahip olabileceğimiz tek politik ufuk, sınırsız güç kullanımımın kaçınılmazlığı ve bunu sonuna kadar götürecek güçlü yöneticilerin gerekliliğiydi. O anda yıkıcı güç kullanımına getirilen her eleştiri bir zayıflık belirtisi, teröristlere boyun eğme, daha da kötüsü terörü destekleme olarak algılanıyor ve yorumlanıyordu.
Anlam veremediğimiz ve travmasını tam algılayıp çözemediğimiz o korkunç olaya verdiğimiz tepki, hiç irdelemediğimiz politik, sosyal ve felsefi önvarsayımlarımızdan kaynaklanmaktaydı.
Ancak şimdi bu olaya verdiğimiz tepkinin yanlışlığını tam anlamı ile görebiliyoruz. Karşımızda 21. yüzyıla ait bir küresel terör gerçeği var ve bu gerçekle, konvansiyonel askerî ve politik yollar kullanılarak başa çıkılması imkânsız.
Amerika, orantısız ve erkeksi güç kullanımı ile kendisini sadece daha zayıf ve daha nefret duyulan bir hâle getirdi. Kendi vatandaşlarının başka ülke vatandaşlarından daha üstün ve daha değerli olduğu varsayımıyla attığı her adım, kendi halkının güvenliğini sağlamaktan çok, tam tersine onları çok daha kırılgan bir duruma soktu. Terör olayları azalmak yerine, dünyanın her yerinde artış gösterdi.
Bu noktada geçen yüzyılın güç kullanan, iyi ve kötünün ötesine geçen, insanları bir araç olarak gören politik fikirleri, elimizde tamamen erimekte ve bizi içine düşmeye hiç mecbur olmadığımız bir karanlığa sürüklemektedir.
Şu tartışmasız bir gerçektir: İçinde bulunduğumuz küresel çağda, “öteki” olmadan “biz” de olamayız.
Kendi güvenliğimiz ötekinin güvenliğinden geçmektedir. Terör diye adlandırdığımız olaylar, oyunu bizim koyduğumuz kurallara göre oynamayan düşmanlarımızın bizi incitmesidir. Terörün sebebi, hem ekonomik hem de politik anlamda düşman olarak algıladığımız ya da üzerlerinde üstünlük sağladığımız, bizden güçsüz olan ötekilerin elinde kalan tek ifade ve tepki yolunun, küçük saldırılar olmasıdır.
Ötekinin zayıf tepkisine verdiğimiz her sınırsız güç kullanımı ve etrafında daralttığımız çember her ne kadar kısa dönemde bizi koruyor gibi gözükse de, tam tersine sadece ötekinin tepki verme iradesini güçlendirmektedir. Terörü durdurmanın tek yolu ötekinin rahatını, gelişimini ve güvenliğini de kendimizinki gibi gözetmek ve sağlamaktır.
Ötekinin bizim üzerimizdeki kaçınılmaz etkisini sadece güvenlik-terör çerçevesinde değil, küresel çağımızın her sorununda ve olası çözümlerinde de görüyoruz.
Zygmunt Bauman’ın Wasted Lives Harcanmış Hayatlar adlı kitabında dediği gibi yeryüzü artık tamamen hem insan atıkları hem de atık insanlar ile doldu.
Hiçbir ahlaki sınır tanımayan üretim/tüketim etkinliğimiz, dünyanın kaynaklarını yok etmenin de ötesinde, nereye gömeceğimizi bilemediğimiz kadar çok atık üretmektedir. Artan sayımız, azalan kaynaklar ve değişen iklim yapıları hepimizin önünde gelişen, kendi ellerimizle kurguladığımız sonumuzun başlangıcıdır.
İnsan atıklarının başımıza çıkardığı sorunların ötesinde, daha önce hiçbir çağda olmadığı kadar büyük bir atık insanlar kitlesi ile karşı karşıyayız. Bugün dünyada nereye koyacağımızı bilemediğimiz, sayıları giderek artan hayalet yaşamlar var.
Hesaplamalara göre, 2007 yılında ortalama 16 milyon mülteci, kendi ülkesinde yerinden edilmiş 26 milyon kişi ve 15 milyon ülkesiz insan yeryüzünde açlık ve sefalet içinde kendilerine bir yuva aramaktaydı.
Bu en somut atık insan türüne ek olarak, bir de ekonomik yarışın dışında bırakılan, işlerinden çıkarılan, işsiz ve fakirlik tabakasının altında yaşayanların oranını sürekli artıran milyonlarca insan var etrafımızda. Bir saatli bomba ritminde büyüyen, hiçe çıkmış ötekilerin sayısının, kendilerini sarsılmaz gören bizleri etkilemesi an meselesidir.
Bu sorunlar, insan atıkları ve atık insanlar, bize ne kadar uzak gözükse de, domino taşları sıralamasında var olan küresel gerçekliğimizde, bizim refahımızın bozulmasına bir nefeslik mesafededir.
Bunu en son 2008 yazında Amerika’da başlayan ekonomik sorunların, birkaç ay içinde dünyanın birçok yerinde bankaların batmasına, birçok ülkede sarsılmaz gözüken mesleklerden yüz binlerce kişinin bir anda işten çıkarılmasına ve küçük çaptaki işletmelerin kapanmasına yol açmasıyla gördük.
Ve yine işte bu noktada geçen çağın politik ve felsefi çözümleri anlamsızlaşmaktadır. İçinde yaşadığımız çağ, Ulrick Beck’in tabiri ile küresel risk çağıdır ve hiçbir küresel sorun yerel olarak çözülemediği gibi aynı zamanda hükümetler, AB veya BM gibi resmî yapılar bu küresel riskin karşısında tamamen etkisiz kalmaktadır.
Hiçbir uluslararası antlaşma ya da ülke, küresel ısınma tehdidini tek başına çözemeyecektir. İhtiyaç duyduğumuz şey, sadece resmî yapıların değil, hepimizin, her yerde, toplumsal ve bireysel olarak sorunları üstlenmesi ve etik davranmasıdır.
Ancak bu, sosyalizm ya da komünizm gibi kısır, sorunlu ve bir o kadar da 19. yüzyıla ait toplumu kurgulama hayali sunan ideolojilere bir dönüş çağrısı değildir. Onlar da elimizde eriyen geçen çağın kronik rahatsızlıklarıdır.
21. yüzyılın başında insanoğlunun kendini bulduğu konum, çok eski bir yerel gerçekliğin büyümüş şeklidir. Biz küresel bir köyde yaşıyoruz. Bu çağ bizden şehirli bir bencillik, yalnızlık ve ezme dürtüsünden çok, küresel imece anlayışı talep etmektedir. Çünkü küresel boyutta birbirimize yardım etmezsek, birbirimizin çıkarını, iyiliğini ve mutluluğunu düşünmezsek, hiçbirimiz kendi rahatımızı, güvenliğimizi ve ihtiyaçlarımızı sağlayamayız.
Bu da birey merkezli, ötekini ezen, bireysel iradeyi öne çıkaran bir zihniyetten öte, insanı araç değil de nihai son gören ve her insanın değerine inanan, güç kullanımı yerine alçak gönüllüğü, öfke yerine sevmeyi seçen bir zihniyet gerektirir. Yani ihtiyacımız olan şey Nietzsche’nin öngördüğü üstün-insan konumunun tam tersi olan değerlerdir.
20. yüzyılın sonunda ulaştığımız, yepyeni bir zihniyet geliştirmenin gerekliliği çıkarımı, Dostoyevski’nin eserlerinin tamamında didaktik olarak kendisini göstermektedir.
Dostoyevski’nin öngördüğü olası sonuçlar bizim şu an yaşadıklarımızdır. Biz Tanrı rolünü yeteri kadar oynadık! İster kendimizi evrenin hâkimi ilan edişimizde olsun, ister bilgi arayışımızı, sonuçlarını ve etkilerini hiç düşünmeden ileri götürüşlerimizde… İster ben merkezli kainatımızda “ötekileri”, kullanılması ve hükmedilmesi gereken basit nesneler hâline getirişimizde…
Yeniden kazanmamız gereken değer, Dostoyevski’nin bize “herkesin günahı benim de günahımdır” fikri ile anlatmaya çalıştığı, bizim bireysel olarak dünyadaki olayları üstlenmemiz ve bizi doğrudan etkilemiyor veya ilgilendirmiyor gibi görünse de ötekinin acısını bizimmiş gibi hissetmemiz gerektiğidir.
Budala romanının bize bu çağda sunduğu en önemli mesaj; güç, kontrol ve hüküm yerine, sevmeyi ve güzelliği seçen insanların “zeki” kitlelerce “aptal” olarak görüleceği, ama aslında bu aptallığın tek umudumuz olduğudur.
Ancak, Dostoyevski önemli bir noktada insan-kusuru faktörüne takılmaktadır. Rus kültürünü ve kimliğini dini bir öykü içerisinde başka bütün kültürlerden ve toplumlardan üstün görüşü, sorunlu bir fikir olduğu kadar aynı zamanda tehlikeli tutumlar doğurmaya potansiyeldir.
Elimizdeki tüm toplumsal veriler ve dünya tecrübemiz, bizi Dostoyevski’ye zıt bir sonuca ulaştırmaktadır. Hiçbir insan topluluğu, bir başka topluluktan varoluşsal olarak daha iyi veya üstün değildir. İyilik ve kötülük, sevgi ve nefret, şefkat ve intikam, kültürlerin değişmez özellikleri değil, hepimizin her yerde ve her zaman bireyler olarak kalplerimizde verdiğimiz mücadelelerdir.
Dostoyevski’nin büyük bir hata ile Rus halkına yüklediği ilahi görev, bu çağda hepimiz tarafından birey olarak üstlenilmeli ve toplumlar, ülkeler, ırklar yerine, Dostoyevski’nin sunduğu değerler küresel bir imece içinde bireysel sorumluluklar olmalıdır.
Dünyayı gerçekten güzellik kurtaracak ve her şey soyut bir duyguda değil, bireysel yaşamlarımızda, toplumsal ilişkilerimizde, politik ve diplomatik alışverişlerimizde, soyut olarak insanlığı değil ama bir insanı sevmek ve onu bir araç değil, nihai amaç olarak görmekle başlayacak.

Ziya Meral
Budala, Nietzsche ve Dostoyevski

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz